Basından,  Sıcak Sıcak

DERİN YIRTMAÇ DEĞERLENDİRMESİ / HÜLYA SOYŞEKERCİ / ÜNLEM (2005)

DERİN YIRTMAÇ

“Derin Yırtmaç” Mavisel YENER, Bilgi Yayınevi, Ankara, Ağustos 2004, 1. Basım

Derin Yırtmaç çocuk yazınında ustaca kaleme aldığı düşlerle dolu öyküleri ve masallarıyla tanıdığımız Mavisel Yener’in yeni öykü kitabının adı. Bu kez yetişkinlerin dünyasına giriyor Mavisel Yener. Masalların içindeki düş bulutlarını, olağanüstü ışıkları yetişkinlerin durağanlaşmış, tekdüze olmuş, giderek duyarlılığını ve sıcaklığını yitirmiş yaşamlarına gizlice yerleştiriyor. Böylelikle hem anlattığı olay, durum ve kişilere farklı bir gerçeklik kazandırıyor hem de okurun imgeleminde yeni düş pencereleri açarak yaşamın anlamlarını çoğaltıyor. Derin Yırtmaç çocukları iyi tanıyan bir yazarın, yetişkinlerin ufuklarına açılım kazandırmasının ve onların dünyasını öykülerindeki düşler aracılığıyla dönüştürmesinin şaşırtıcı izleriyle dolu bir kitap. Bu nedenle özgün bir boyutu var.

Kitabın adı ilk bakışta farklı çağrışımlar uyandırıyor. Sayfalar ilerledikçe okur “derin yırtmaç”ın dişillik çağrıştıran bir kavram olmadığını görüyor; onu yeni anlam ilişkileri içindeki yerine oturtuyor. “Derin yırtmaç” somut durumları değil, tam tersine ruhsal bir aralığı, sayrısal olmayan bir zihin yarılmasını, belleğin gizli derinliklerine açılmayı temsil eden bir kavram. Bir görünüp hemen kayboluveren bellek oyunlarını, yaşanmışlıkların şimşek hızıyla geçip giden görüntülerini dile getiren bir anlatım. Görüntüler, yaşantılar ve düşler o kısacık görünme anından sonra, bir gizemin içinde varlığını sürdürüyor. Bir özel’liğin ve kişisel’liğin (g)izlerini taşıyor “derin yırtmaç”. Bu anlatım, hem kitaba adını veren öyküde hem de Gölgeler Islanmaz’da yer alıyor: “Çocuk Melek’i anımsadı birden. Belleğinin yırtmacından komşuları Varlık Hanım sızıverdi dışarı.” (s.31) “Belleğinin derin yırtmacı açılırsa oğlan en mahrem bölgelerini görebilirdi. Biraz toparlandı, gerektiği kadarını anlatmalıydı ona.” (s.93) “Çeşitlememi yaparken bellek yırtmacımı fazla açmamalıyım diye düşündü.” (s.96) Mavisel Yener’in bu kitabı, bir bakıma hepimizin iç evrenine açılan derin yırtmaçlara dikkati çeken öykülerden oluşuyor.

Kent ve İmgeler

Kitaptaki öykülerin çoğu belirli bir yerde, belirli bir kentte geçiyor: Balkonları, pencereleri, bahçeleri sardunyalı, güneşli, sıcak bir Ege kentinde; İzmir’de. Mavisel Yener başarılı bir kent öykücüsü. Yazdıklarında bu mavi kentin özünü, ruhunu bütün yoğunluğuyla yansıtıyor. Hiç gitmeyenler bile yazarın mavi bakışından İzmir’i tanıyıp onu bir iç gerçek durumuna getirebiliyorlar. Çünkü Mavisel Yener, İzmir’in masalcısı. Masalların ve düşlerin tülleri ardındaki gizemli görüntüsüyle İzmir, bütün güzelliğini sergiliyor onun kalemi sayesinde. Yazar, kentin yüreğinde yer alan Saat Kulesi’ni okurun da yüreğine yerleştiriyor sanki: “Dokuduğu kilimin bir köşesinde bile vardı ışık kanatlı Saat Kulesi güvercinleri.” (s.8) “Nasıl binlerce kez övülmüşse güzelliği Saat Kulesi’nin, Münevver de öyle övülürdü bir zamanlar. Nasıl Konak’ın dökme dantelli alımlı kızıysa Saat Kulesi, Münevver de işte öyle alımlıydı.” (s.11) Kitabın ilk öyküsü “Güvercin Çağı”, Saat Kulesi ve Meryem’in birlikte yarattıkları söylencenin dokunaklı anlatımlarıyla dolu. Kent, yer yer kadınsı imgelere bürünerek karşımıza çıkıyor: “Gözüm takılamayacak Çatalkaya’ nın her daim sütlü memelerine, Körfez’ in ıslak buklelerine…” (s.40) “Deniz yorgun gerinirken, imbat şehri emzirirken, başıboş bir öykü belki de sokak sokak arayacak beni.” (s.42)

Mavisel Yener’ in imgeler evreninde bu kente özgü pek çok anlatımın yer aldığı görülüyor: “Sümeyra’yı, Stavros’u ve aşklarının tanığı Alsancak garını bavuluma özenle yerleştiriyorum.” (s.45) derken ‘ben- öyküsel’ anlatımıyla öykü kişisi, Alsancak garını önce dramatik bir aşk öyküsünün içine yerleştiriyor; sonra da bir düş yolculuğuna çıkmak üzereyken, kendi bavuluna. Çünkü, hiç bırakılamayan bir kenttir İzmir. Başka bir öyküde ise kentin güzelliği, bütün şiirselliğini de içinde taşıyor: “Denize yaslanıp kenti katlayıp durmuşuz içimizde. Bulutların saçakları İzmir’e değerken, Çatalkaya’ ya mor çalmış. İkindi yıkımını gözbebeklerinden seyretmişim…” ( s.73) Urla için yazılan “Tuz” bence kitabın can damarında sürekli akan bir öykü.“Güvercin Çağı”nda kurmaca yazar şöyle konuşuyor: “Öykü kokan bu mavi kenti seviyorum.” (s.13) Ona esin veren bir mavi kenttir İzmir; öykünün asıl yazarı Mavisel Yener’e de.

Yerel tatlarla güzelleştirdiği öykülerinde, Mavisel Yener’in dildeki anlamları çoğaltan usta işi anlatımı öne çıkıyor. Bu anlatımın özünde, masallar dünyasından süzülen düşler ve imgelerin yanı sıra yoğun bir şiirselliğin yer aldığını vurgulamıştım.Yazar, kişileştirme, eğretileme ve diğer söz sanatlarıyla sözcükleri daha farklı görmemizi sağlıyor; algılarımızın kapılarını genişletiyor, yaşama düş katıyor. Kitapta bu konuyla ilgili pek çok örnek var, bunların bir kısmına burada değinmeyi, diğerlerini okurla yazarın öykülerde buluşmasına; o büyülü “okuma anına” bırakmayı yeğliyorum.

Mavisel Yener, varlıklara sık sık kişilik kazandırıyor: “Daha güneş Yamanlar’ın başını öperken yola düşer, yelkanat koşardı…” (s.8) kentin içindeki bir düş yolculuğunun anlatımı. Bir diğeri de şöyle:“Kıyıda bulanık gezinen mavinin açıklarda gerçek yüzünü göstereceğinden emindi. Gözlerini denizden aldı, karaya koydu.” (s.8)

Betimlemelerin canlılığı ve hareketliliği de önemli. Güvercinleri şöyle görüyor öykü kişisi: “Gökyüzünün mavisine bata çıka havada birleşip bir buluta dönüşmelerini seyretti. (s.13) “Göl mü biriktirdin yine gözlerinde?” (s.101) sorusu ise imge yoğunluğuyla okuru farklı bir dünyaya taşır gibi.

Mavisel Yener’in imgeleri kulağa, göze ve yüreğe sesleniyor: “Yoğun bakım hastasının bağlı olduğu makineden duyulan ölüm sinyali gibi geliyordu kulağıma sesim. Biteviye, umarsız.” (s.20) derken o sesi sanki okura duyuruyor. “Heykel, bakışsız gözleriyle süzdü onu.” (s. 28) tümcesinde o taşlaşmışlığı, duygusuzluğu hissediyoruz. Betimlerin bazıları dokunma duyusuna yönelik: “Elindeki buz gibi anahtar avucunu yakarken, belleğinin kozaya aldığı anılar, onu terk eden ilk erkeğin evine ağıyordu.” (s.27) Sardunyaların anlatımında ışık ve renk dünyasına çağrılıyoruz: “İki katlı eski yüzlü evin kapısına dayanmış olan sardunyalar güneş ışınlarının tümünü gülümseyerek kucaklıyordu.” (s.27) Taşın serinliğini duyumsatan satırlar:“Şimdi garın taş örgülü bedeni daha çok sarıp sarmalıyor, kendisine katıyor beni.” (s.44)

Gölgeler Islanmaz’da “gölge” sözcüğü farklı anlamlar yükleniyor; belirsizlik, ruhsuzluk, yaşamın renklerinin içinde olmamak, dirimsellik taşımamak ve kişiliksizlik anlamları da ekleniyor “gölge”ye. “ … gölgeler hiç ıslanmıyordu. Tıpkı ‘ kendi olmayan’ insanlar gibi… Ya babası nasıl biriydi? Hep ‘gölge’ olup asla ıslanmayan mı, yoksa yaşamın ayrıntılarının sırılsıklam ıslattığı biri mi? “ (s.29-30) Bazı satırlarda sokak çocuklarının her şeye karşın düşsüz kalmayan dünyalarına dalıyoruz: “Evimizin yanındaki Düşler parkında yatan sokak çocukları, sabahın umudunu iliklerine doldurup, alıp başlarını gidecekler kimbilir nereye?” (s.40)

Masal Dünyası

Kitabın birçok sayfasında masalların içine giriyor, masal anlatımlarını bir çocuk gibi yüreğimize dolduruyoruz: “Bir kuş katarı geçiyor tepemden. Katardan ayrılmış yük vagonları kuşlara bakıp bakıp sessizce yutkunuyorlar.” (s. 43) Belirttiğim gibi, kitabın en özgün yönü yetişkin yüreklerde güzellikleri, düşleri, umudu çoğaltan; duyarlılığı ve farkındalığı incelten bu masal anlatımları. Böylece, unuttuğumuz çocukluğu, yitirdiğimiz masumluğu anımsamaya yönelik bir iç yolculuğun biletlerini sunuyor yazar. Bu yolculukta içimizdeki güzellik ve duyarlılıkların üzerindeki ağır örtüyü de düşler aracılığıyla sıyırıp atmamızı sağlıyor. Başka örnekler de vermek istiyorum bu konuda: “Hiç bilmediği bu diyarda kırlangıç olup bu öyküyle birlikte gün ışığına doğru kanat vurmak istedi.” (s.96) “Masa örtüsünün mavisi karaya çalmış artık. Balkabakları fareye dönüşmeden bu kentten gitmeliymişim.” (s.73) “Üç tekerlekli arabasıyla dolaşan dondurmacıdan çok -giysileri yaptığı işi ele vermese de- kupa arabasıyla dolaşan prens gibi görünürdü çocukların gözüne.” Masalların düğüm noktasındaki “kırk katır” yine karşımıza çıkıyor: “Kırk katırın kuyruğuna bağlayıp salıvermişler beni dağlara.” (s. 50) “Bulut huylu oluyorum, tutamıyorum gözyaşlarımı” (s.52) Gölgeler Islanmaz’da öykü kişisinin hiç görmediği babasının evinde, ondan kalan eşyalar arasında bir masal kitabını, “Küçük Prens”i bulması ilginç.

Bir dostluk masalıyla dopdolu satırlar okuyoruz: “Gelin tülünce ak bulutlar toplaşıyor penceremin önünde. ‘Yolcu yolunda gerek, gideceğim başka yerler var’ deyip biniyor Gönül, kümebuluta. Esenleşiyoruz. Arı, duru bir ezgiyi İzmir’e yayarak gökdenizde gözden uzaklaşıyor.” ( s.53) Haşhaş Çiçeği’nin bir bölümünde –miş’li masal söyleyişine yer veriliyor: “Öykücü kadın gelinceye kadar ne çok fotoğraf biriktirmiş yüreğinde… Kadının gözlerinde her zamanki yakamozlar oynaşmıyormuş. Sıkıntıyla gülümsemiş. ‘Kimse bilmiyor burada olduğumu, tam bir kaçamak!’ demiş.” (s. 107)

Mavisel Yener’in imge evreni zengin ve çok renkli.

Görsellik ve Renk Evreni

Mavisel Yener, öykülerinde görsel algılarımızı sürekli devinimde tutuyor; renklerin, ışığın, gölgenin senfonisini duyumsatıyor yüreklerimizde.Yazarın dünyasında bence görsellik büyük bir önem taşıyor.Yaşamı bir ressamın bakışıyla anlamlandıran yazar, sözcükleri yeniden renklendiriyor, canlandırıyor. Mavisel Yener’in öykülerinde okur, masalların yanı sıra bazen bir tablonun bazen de bir fotoğrafın içine girmiş gibi oluyor.

Ebru sanatçısı olan öykü kişisinin (anlatıcının) zaman geçişleriyle çocukluğundaki hüzünlü bir anıya sürekli gidiş-gelişlerini dile getiren Tuz, bence kitabın en önemli öyküsü. Ebru sanatının inceliklerini de öğrendiğimiz rengarenk bir öykü bu. Ebrunun yanı sıra dondurmacılıkla ilgili ustalık ayrıntıları başarıyla aktarılıyor. Böylece gerçekçi bir öykü çıkıyor karşımıza. Bu öykü, emekle rengin ustalıklı bir kompozisyonunu da sunuyor. Öykünün şimdiki zaman boyutunda, ebru sanatçısı bir yandan renklerle uğraşırken bir yandan çocukluğuna geçiş yapıyor. Geçmiş zamana dönüş, hep bu ‘ebru zamanı’ içinde gerçekleşiyor.“Gül dalı ve at kuyruğundan yapılmış fırçasıyla, tahta teknedeki kitreli ölgün suya çocukluğunu serpti.” diye başlıyor öykü. Anlatıcı, çocukken, dondurma yapımından arta kalan tuzlu suyu her gün hanımelinin dibine döktüğü için çiçek yavaş yavaş kuruyor. Yıllar sonra ebru yapımı anında hanımeli kokusuyla gelen çocukluğunun içinde buluyor kendini: “Çocukluğunun gizli bahçesinde elleriyle kuruttuğu hanımelinin siteminden kurtulmak için, yine sarı serpmişti suya. Ölgün suyun üstünde benek gibi duran ilkyaz sarısı, çöp parçasının dürtükleyen cılız devinimiyle tatlı tatlı can çekişti (…) Solmaya , kopartılmaya, kurutulmaya alışkın, sarkık dudaklı hanımelinin suyun üstünde yeniden doğuşu, bir Urla meselinin ustaca anlatılışını muştuluyordu.” (s.63) Renklerin anlatımı, ebru yapım anı; hanımelinin sanatta ölümsüzleşmesi şöyle sürüp gidiyor satırlarda: “Toz kaldıran bir sarı vardı şimdi suyun yüzünde. Yel görmüş selvi gibi sağa sola salındı su, ince bir yol oluştu ebruda. Solmuş tütün sarısına döndü renk. Tütün kokusu hanımeli kokusuna karıştı.” (s.64) “Ebruli hanımelleri açmıştı suyun üstünde. Çiçek kokuyordu renkler.” (s.66) Suda mavinin dilini de okur öyküdeki sanatçı: “ Suyun üstünde baş döndüren onlarca mavi tonu vardı. Mavi boya, ebruli hanımeline usul usul yanaşmış, onu kolayca kandırmıştı. Mavi, tahta teknedeki kitreli suyun kimi yerinde halka halka, kimi yerinde bulutumsu, kimi yerinde de göz gözdü. Göz…göz…” (s.67) Uğursuzluk, nazar, büyü gibi gizemler de bu öyküye yansıyarak yazılanlara ayrı bir renk katıyor. Ebru sanatçısı, çiçeğin kurumasından kendini sorumlu görüyor; “derin yırtmaç” açılmış, hanımeliye yaptıkları görünmüştür. Öykü kişisi babasının işlerinin bozulmasını da bu kötü olaya bağlıyor. Mavisel Yener, bu öyküde insan psikolojisi ile ilgili ayrıntıları başarıyla vurguluyor.

Renklerle dolu bu öyküden başka birçok öyküde görsellik sürüyor. Gündüşü’nün ressam anlatıcısı, Alsancak Garı’nda düşsel bir resim yaparak, okurun yüreğini de bu resmin içine katıyor. Tuvale bütün düşleri, sevgileri, aşkları, trenleri, vagonları… İzmir’i sığdırmaya çalışıyor. “Güneş penceresi her şeyi anlayıp poz veriyor. ‘Fon, resmin ana rahmidir’ diyen ustamın kulaklarını çınlatıp fona Punta’ yı koyuyorum.” (s.44) Öyküdeki ressam, Alsancak Garı’nda, güneş pencerelerindeki renk ve ışık oyunlarını şöyle anlatıyor: “ Güneşin ışığını yumuşatan, renkli camlarla örtülü güneş pencerelerini görüyorum(…)Renkler kayıyor yüreğime, kıpır kıpır kıpırdatıyor içimi(…)Elli renkte boyanmış tabloları seyreder gibi seyrediyorum güneş pencerelerini. Onlara kadar yükselebilmek, burnumu renk ağıyla örülmüş pencerelere dayamak istiyorum. Işık önce kördüğüm oluyor, sonra çözülüveriyor usulca. Hangi yüzyılın ışığı olduğunu kim söyleyebilir ki.” ( s.42)

Gönül öyküsündeki anlatıcı, yattığı odadaki değişimi şöyle dile getirir: “Bir anda ışık bürüyor her yanı. Gönül giriyor kapıdan. Işıldayan yüzü, renk cümbüşüne boğuyor ilaç kokulu hastane odasını.” (s.50) Armağan paketini açınca, “Kapağında mavi bisiklet resmi olan bir okul defteri çıkıyor içinden. Mavi bisiklet, kalk gidelim diyor” hasta yatan anlatıcıya. (s.51) Başka bir dostu da gönderdiği mavi çorapların yanına şöyle bir not iliştirmiş: “Kısa zamanda aramıza dön. Mercan mavisi bir şaka yaptın bize sevgili Dilşad. Çabuk iyileş, işe yeniden gel ve bize bir masal anlat!” (s.52) Işıklar ve renkler yaşama direncinin, dostluğun bir anlatımı oluyor bu öykünün satırlarında. Başka bir öyküde Körfez’in anlatımı: “Güz güneşi mavi tabloyu pembelere boyamış, Körfez renk değiştirmişti.” (s.58) Bazen kişilerin iç dünyası, dış dünyadaki renklerle özdeşleşir: “İçinin karanlığı kenti de örtmüştü sanki. Umarsızlık çöktü yüreğine.”(s.59) Mağara Gülleri’nde sayfalara geleneksel takı sanatının pırıltıları yansıyor: “Özdemir’in elindeki kristalden, ışık demetleri fışkırıyordu. Pembelik mora dönüşüyor, bir sis yığını gibi göz kamaştırıyor, odayı boyuyordu. Menekşeye çalan yansımalar körfezde günbatımını anımsatıyordu ona.” (s.80) Bu renk ve ışıklar, cezaevi duvarlarından mahkum Özdemir’in yüreğine yansır; takı öğretmenine duyduğu incecik bir sevgiye dönüşür.

Başka bir öyküde “sonsuz turuncunun, yeşilin yüreğinde bir ev” anlatılır. (s.101) Morun, mavinin, eflatunun egemenliğini okuduğumuz satırlar: “Maviyle mor sevişmiş, eflatun doğmuş… Eflatun hangi notaydı, ne kokardı? Kendimi bu çiçeğin yerine koysam ne duyumsardım? İçimden eflatun ırmaklar geçti…” (s.102) İzmir’deki tarihi Kızlarağası Hanı’nı şöyle anlatıyor yazar: “Rengiyle, kokusuyla, ezgisiyle sararmış bir resimden içeri girildiği duygusunu uyandıran bu handa, bakırcı, derici, gümüşçü, halıcı, nazarlıkçı, Hint işi giysiler satanlar…” (s.106) Görselliğin başka anlatımlarıyla da karşılaşıyoruz: “Gözlerini tavana dikti… oradan aldı, dantelli, beyaz iş perdelere koydu. Oradan aldı, ağaç oymalı ve süslemeli yüklüğe koydu. Oradan aldı, fincanlığa koydu.” (s.88) “Su yeşili” HIV taşıyan düşsel bir Nataşa’nın göz rengi oluyor.(s.15) Gölgeler Islanmaz’da “Merdivenin karşısındaki duvardaki yağlıboya tabloda, uçuşan kızıl saçlı, yarı çıplak bir kadın vardı.” (s.30) “İki elinde mumlar tutan, başı hafifçe kapıya dönük görkemli melek heykeli Melek’ in karşısında duruyordu.”(s.28) sözlerinde resim ve heykel sanatıyla karşılaşan okur, aynı öyküde fotoğraf sanatından izler de buluyor: “Çoğu bu evin terasından çekilmiş, çekmeceye gelişigüzel tıkılmış günbatımı fotoğrafları…” (s.32) Gurbet öyküsünde, kimsesizliğin anlatımı şöyle: “Gurbet’ in gözlerinde ise koyu bir sessizlik vardı.” Öyküde sık sık yinelenen “koyu bir sessizlik” tir bu. Böylece, görselliğe işitsel bir boyut kazandırır Mavisel Yener.

Konular

Mavisel Yener, öykülerinin odağında yer alan İzmir’i anlatırken aynı zamanda kent insanının bireysel yaşantılarına da giriyor. Toplumsal konulara bireylerin penceresinden bakıyor. Okur, öykülerde asıl olanın “insan” olduğunu sezebiliyor bu şekilde.

Mavisel Yener bu kitabında insanların geçmişte, özellikle çocuklukta yaşadığı kırılmaların hüznüne ve bunların şimdiki zaman boyutundaki izlerine çokça yer veriyor. Tuz, Gölgeler Islanmaz, Gündüşü ve Derin Yırtmaç’ta yazar, öykü kişilerinin iç dünyalarına eğilerek, çocukluktaki kırılmalarının sürerliliğini ve etkilerini gösteriyor. Bunları yalın bir anlatımın içinde yoğunlaşmış derin bir ruhsal gerçeklik olarak aktarmayı başarıyor. İnsan psikolojisini kısa anlatımlarla, birkaç çizgiyle ama tüm somut gerçekliğiyle yansıtıyor. Anlamsal yoğunluk ve derinliğin birkaç sayfaya sığdırılmasının, öykü sanatının tam tanımı olduğunu iyice kavrıyoruz böylelikle. Gölgeler Islanmaz psikoloji yoğunluklu öykülerden biri. Yıllar önce terk edip giden hiç görmediği babasının ölümünden sonra, onun yaşadığı eve gelen anlatıcı, hüzünle karışık duygularla babasından kalan eşyalardan, onun yaşamını yansıtan bir şeyler devşirmeye çalışır. Geçmişin izlerini araştırır, babasının kendisine yazdığını düşlediği mektupların peşindedir Melek. Bulamadığı halde inatla sürdürür aramayı. Yazar, ayrıntılardaki gizli anlamlarla öykü kişisinin iç dünyasını açar okura: “Yüreğinde bir acı vardı. On iki saat yol teperek geldiği kıyı kasabasında yapayalnızdı ve anahtar kilide uymuyordu. Gövdesine taş fırlatan sapanın anlamını çözmeye çalışan bir kuş gibi, umarsızlıkla bezginliğin karıştığı sınırda durdu öylece. Yaşamı boyunca sağaltamadığı yarası yeniden kanamaya başladı(…)Yüzünü hiç görmediği, sesinin ezgisini hiç bilmediği, asla bağışlamadığı bir erkek: Babası.” (s.27) Babasının yıllar önce yaptığı yağlıboya tablodaki kadını merak eder. “Yoksa tablodaki kızıl saçlı, yuvarlak kalçalı kadınla bu yatakta sevişmiş miydi babası? Belli belirsiz bir kıskançlık duyumsadı. Elleri yüzüne kapandı.”(s.31) Satırlarda psikanalitik bazı bulguların altını çiziyor yazar. Mektupları bulamayan Melek, “eşiğe oturur, göklerce ağlar, derdini sardunyalara döker.” Dinginleştikten sonra yine mektupları aramaya başlar.Umarsız bir çabanın kararlılıkla çoğaltılmasının acıklı öyküsüdür bu.

Gündüşü’nde kente sığamayan, kaçıp gitmeyi düşleyen öykü kişisinin Alsancak Garı’nda çakılıp kalması öyküleniyor. “Sonu ufuğa saklanmış tren raylarından ürktüğünü bilen İzmir”onun elini tutar, bırakmaz. (s.46) Bu öyküde sokak çocukları, yoksulluk gibi toplumsal sorunlara göndermeler dikkati çekiyor. Ayrıca Türkçe sorunlarına anlatıcının ironik diliyle gönderme yapıyor yazar: “Sonra takıp takıştıracak, sürüp sürüştürecek, kahvaltısını ‘almadan’ önce.” (s.40) Anlatıcının ruh durumu birçok tümceye yansıyor: “Vagon pencereleri gözlerimin içine bakıyor, keder yüklü. Nedenini soramıyorum ki… Gizlice saate bakıyor vagonlar.” (s.42-43)

Derin Yırtmaç etkin zaman geçişleriyle öne çıkan bir öykü. Geçmişte babasının tutuklanmasından duyduğu derin acıyı yaşayan gazetecinin dünyası var bu öyküde. Bir yazarın iç çelişkilerini, yaşadığı her şeyi paylaşmaya cesaret edemeyişini okuyoruz: “Yaşadıklarının yüreğindeki yansımalarını köşesinde yazmak istedi, ama vazgeçti çabucak (…) Bu öyküyü anı hücrelerinin heybesine atsa daha mı iyiydi?” (s.96)

Mavisel Yener öykülerinde yaşadığımız teknoloji ve hız çağında kentlerde bireyin yalnızlaşmasına, duyarsızlaşmasına ve sevgisizleşmesine dikkati çekiyor. Özellikle Doğum Günü, Haşhaş Çiçeği, Güvercin Çağı öykülerinde bu konuyu başarıyla işliyor. Güvercin Çağı’nda Konak meydanında yığılıp kalan Münevver Teyze’nin dramını güvercinlerden başka kimse fark etmez.“Çünkü kimseye zaman yetmiyordu.” (s.12) diye sürer öykü. Hız öylesine olumsuz bir şeydir ki Saat Kulesi’nin tik taklarından bile hız yankılanıp durmaktadır yaşama. Yaşlı kadının ölüme gidişini göremez hızın içinde koşuşturan insanlar. Öykünün kurmaca yazarı görür olanları: “Yem satan kadının yerde yatan bedenini ayrımsamaya çalıştı. Yeryüzündeki saatlerin pervasız akrepleri, aceleci yelkovanları, tükenmeye yazgılı yaşamalarımızı nasıl da anlatmaya çalışır hep, diye geçirdi aklından. ‘tik tak…Tik tak… Tik tak…” (s.13) Güvercin Çağı öyküsünde kurgusal denemeler var. Öykünün kurmaca yazarı, yazdığı öyküye kendini de katarak yazdıklarını yeniden kurguluyor ve öykünün içinde yaşıyor. Büyülü bir atmosferi var bu öykünün. Mavisel Yener, kurmaca yazar için “Öyküyü beklerken hiç olmamış şeyleri oldurmuştu. Kendi kendisiyle ahbaplığa başlamıştı.” (s.14) diyor. Katmanlı bir öykü olan Güvercin Çağı farklı tekniğiyle de ilgi uyandırıyor.

Teknoloji ve hız çağının insan ilişkilerini aşındırması konusunda bence kitaptaki en çarpıcı öykü Doğum Günü başlığını taşıyor. İronik bir bakış açısıyla yazılmış olduğu halde okurun yüreğinde iç sızısı bırakan bir öykü bu. Gün boyunca dostları ve ailesi tarafından doğum gününün kutlanmasını bekleyen Cevat, “akşamın tülü İzmir’i örtmeye başladığında” yalnızlığını ayrımsar. Gün boyunca onun doğum gününü kutlayanlar çok farklı şeylerdir: Sabahleyin başucundaki cep bilgisayarı kutlar önce onu, bir sinyalle. Cep telefonuna gelen ileti ise şöyledir: “Doğum gününüzü kutlarız. Bank of Capital.” Başka bir ileti de gelmez; o gün pazardır ve herkes kendi içine çekilmiş, dinlenmektedir. Alışveriş merkezine gidip çerez, meze, içecek…vb. alır. Kasiyer kız da doğum gününü kutlar; müşteri kartında doğum günü yazmaktadır! Cevat, bu sanal doğum günü tebriklerine kendince sevinir. Eve gelir; gün boyu kimse onu aramaz. Akşama doğru, aldıklarını tek başına yerken internete bağlanır. Önce Superonline tarafından kutlanır. Ekrana “bugün benim doğum günüm” yazar, takma adı Cevoş’u kullanarak. O anda tanımadığı onlarca insan Cevat’ı kutlamaya başlar. Cevat için “büyük doğum günü partisi başlamıştır!” Bu öyküde insana özgü sıcaklığını yitiren kutlamalar anlatılırken, bunları yalnızca pazarlama ve satışa indirgeyen toplumsal sistemin de ironik bir eleştirisi var. İnsan bu teknolojik aldatmacalar içinde kendi yalnızlığını çoğaltırken, bir taraftan da avuntusunu sürdürmektedir. Bilinci tamamen sistemin eline geçmiştir. Tutsaklığının ve yalnızlığının ayrımında bile değildir. Bence kitabın en önemli öykülerinden biri Doğum Günü. Yaşamı tüketilirken, tüketildiğinin bile farkında olamayan tüketici Cevat’ta, insanımızın gerçeğinin izdüşümlerini buluyoruz.

Mavisel Yener, Haşhaş Çiçeği’nde de “tüketilmişliğimize” dokunduruyor kalemini. Sevgililer Günü’nü, anlatıcının bakışıyla şöyle yorumluyor: “Öyle ya, sevginin ya da aşkın yılda bir kez kanıtlanması mı gerekir ille de kırmızı ambalaja sarılı armağanlarla? Böylesine bir duyguyu ısmarlama bir güne sığdırmak, o duygunun yüceliğine yakışır mı?” (s.106) Başka bir yerde de şöyle: “Aşk yalnız yazarların, ozanların ilham kaynağı değil, satıcıların da ilham kaynağı olmuş.” (s.107)

Mavisel Yener’de toplumsal konularla ilgili göndergelerin yer aldığı alt metinlerin, birçok öyküsünün can damarını oluşturduğu görülüyor. Gurbet, toplumsal konularla ilgili en dokunaklı öykü bence. “Gurbetin gözlerinde koyu bir sessizlik vardı.” tümcesi, gizli bir dramı vurgulamak istercesine öykünün dört yerinde yineleniyor. Bu ilginç öykü, terk edilmiş bebek Gurbet’i bulan Kokoreççi Enver’in, onu polise götürmesinden itibaren olayları kendi düşleminde sürdürmesi üzerine kurulu. Enver, sanki bebeğin geleceğini okuyor; yuvaya verilmesi, bakımsızca büyümesi, yetiştirme yurduna gitmesi… sonra sigara, tiner… derken kötü yola düş(ürül)mesi… Her şey Enver’in zihninde geçiyor, tümü onun kurgulamaları… Sonra öykü anına dönülüyor. Enver, bebeği evlat edinmek istiyor ama bunda başarısız oluyor. Bin bir yasal zorluğu yığıyor önüne polisler. Enver ne yapsa boşunadır artık…

Mavisel Yener, sosyal etkinlikleri ve mesleki deneyimlerinden getirdiği tıp boyutunu da katıyor öykülerine. AIDS ve uyuşturucuyla mücadeleye verdiği destek, öykülerine de yansımış. Kitapta AIDS’le ilgili iki öykü var; Su Yeşili ve İdam Şöleni. Bunlarda da toplumun bilinçsizliği, kendi hastalığından kuşkulanan öykü kişisinin yaşadığı “kara mizahi” durum ve toplumun bu hastalığa bakışı, keskin bir gözlemle yansıtılıyor. Su Yeşili’nde ironinin, mizah pırıltılarının satırlardaki yansımalarını okuyoruz. Sayfalar ilerledikçe öyküde anlatılanların pek çoğunun, kahramanın kendi kurgulamaları olduğunu görüp şaşırıyoruz. Yener’in kişileri de birer masalcı gibi durmadan düşler kuruyor; okuru da bu düşlerin içinde dolaştırıyor: “Sahi, hastalık kapar mı yazarlar öykülerinden?(…) Benim aklımdaki öyküde bunlar yoktu ki… Gerçek ve gerçek olmayan aynı anda gözetliyor beni, şaşkınlık içindeyim. Başımdan geçmemiş ve asla geçmeyecek bir öyküde yan karakter gibi hissediyorum kendimi.” (s.25) “Öykü kahramanlarımı çarşının curcunasına bıraktım ve evime gittim.” (s.26) Okur, bu anlatımlarda mizahın yanı sıra yazar psikolojisini de buluyor .

Sokak kadınları, tinerci çocuklar, “kader kurbanı” mahkumlar da kentin öteki yüzünden gelip öykülerin satırlarına giriyorlar. “Kötü yola düşmüş” kadınların anlatıldığı sayfalarda toplumun da sorgulandığı görülüyor: “Onlar gibiler namuslu işi zor bulurdu. Ortalık namuslu geçinen namussuzlarla doluydu. Hep sorardı kendine: Namuslu kim? Bilen var mı?” (s.34) Mağara Gülleri’nde toplumun mahkumlara önyargılı bakışı yansıtılıyor. Cezaevine takı kursuna gelen Sakine Öğretmen, öğrencisi Özdemir’deki ilerlemeyi, ondaki inceliği sevgiyle anlatmaya başlayınca ablası şöyle tepki gösterir: “Ayy… Ne komik! İncelikli bir katil!” (s.84) Utanç’ta kentin sokaklarını dolaşıp duran bir sokak kadınıyla özdeşleştirilen eski şevrole de durumundan duyduğu utancı dile getiriyor. Kara mizahın doruğa çıktığı bir öykü. Diyelim Ki Seninle’de öyküler kuran anlatıcı şöyle devam eder: “Falcı Kader, Susuzdede Parkı’nın kapısında. Helaya oturur gibi çömelmiş, ünlemeye başlamış: ‘Bakla atarım, fal bakarım…’ Yoldan çıkmış bir editör edasıyla, öykümüzü har vurup harman savurmuş.” (s.71) Mizahla dolu bir öykü bu da. Diyelim Ki Seninle’nin, ‘yabancılaştıran bir metin’ olması dolayısıyla farklı bir yönü var. Okurun, metnin içindeki dünyayla özdeşleşmeyip ona dışarıdan bakarak sorgulayıcı ve yorumlayıcı olmasını gerektiriyor. Bu şekilde, gerçekliği dönüştürebilecek etkin okur durumuna geliyor öyküyü okuyanlar.

Ebru, ciltçilik, takı yapımı, resim, heykel vitray, fotoğraf, mimarlık, karagöz gibi birçok sanat, öykülerin sayfaları arasında varlığını sezdiriyor. Çünkü sanata önem veren bir yazar Mavisel Yener. Dilin seslerine de dikkat ediyor: “Kusursuz bir mutsuzluk duyumsadı.” (s.84) örneğinde olduğu gibi.

Derin Yırtmaç’ta derine indikçe deneysel ve sağlam kurgulamaları, anlatımdaki akıcılığı, dilin özenli kullanımını, masal ve düşlerimize yeni şiir tatları kazandıran imgeleri birer birer keşfediyoruz. İnce bir toplumsal eleştirinin öykülerin dokusuna ustaca sindirildiğini de sezebiliyoruz. Kentin ışıkları, sesleri ve renklerinin, kentin insanlarıyla harmanlandığı; İzmir kadar canlı ve sıcak öykülerin yer aldığı bu kitap, Mavisel Yener’in, kendine açtığı özgün koridorda başarıyla yürüyeceğinin müjdeleriyle dolu.

Hülya SOYŞEKERCİ

Paylaş:

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.